RESTLEŞME-İ İSTANBUL! -köşe - Murat Şah VURAL

RESTLEŞME-İ İSTANBUL! -köşe

 

 " Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi: kadın, güzel koku ve namaz.’’ (Hadis-i Şerif)

En yüksek bedeli elli kuruş dahi etmeyen sakıza, on lira değil, yüz lira vermek fikrine girerseniz; yalnızca akıllı topluluklar tarafından değil, size o yüz lirayı kazandıranlar tarafından da ayıplanır, hakir düşersiniz. İşte asıl mesele tam da burada cereyan etmekte. Kabul görülen kültürel miras kimin özüne ya da geçmişine aittir?

Malumunuz, mana olmadan edilen fikrî mülahazalar, karanlıkta yapılan dövüş minvalince kimin kime saldırdığı belli olmadan saçma ve ucube olmakta, hem tarafına hem de muhalefetine zarar vermektedir.

Bu yüzden bu sorunun cevabını verebilmenin ruh cihetinde, pek tabii rahatlık unsurundan çok, bir dava şuurunca karşılanması şarttır.

 

İstanbul Sözleşmesi, aile yapımızı çökertmeye odaklı kültürel işgal belgesi idi. Bu cümleyi, Anadolu vicdanıyla, doğduğumuz büyüdüğümüz ve ekmeğini yediğimiz ruhun ayaklarına takılan, prangalarını kırarak, bağırarak söylüyoruz. Pranga kelimesini sık sık duyunca milletimiz, kaçışsız bir yükümlülükle bir mecburiyete sığınırmışçasına ‘’TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ’’ ilkesine sığınıyor görünüyordu. Kaldırıldı.

Öğrendiğimiz şudur: ‘’Toplumsal Cinsiyet’’ , Aristo devrine kadar uzanan ve çıkış fikri insan neslini ya teke düşürmeyi ya da üçe çıkarmaya odaklı olan şeytanî proje. Peki bizim, özellikle de ‘bizim milletimizin’ kültürel bağlarında, böyle bir mevhum var mıdır?

İnsan, yaratılış gereği iki cinstir. Erkek ve kadın! İslam’da cinsiyet üzerinden taraf tutmanın batıl olduğu da hepimizin malumudur. Erkekçi ya da kadıncı olmak neyse, üçüncü bir cinsiyet uyduruşları da aynı kaynaktandır.

Bizim bu sözleşmeye ‘’RESTLEŞME’’ diyişimiz de tam buradandır. Erkek ile kadını birleştireceği yerde uzaklaştıran; böylece de iki kaçış kaynağını bir arada tutmaya çalışan bir restleşme. E, tabii bu iki şelaleden akan şiddetli su nerede duracak? Tabii ki onların kucaklarında… Kimlerin? Her beş kişilik ailesinden bir kişi, muhakkak eşcinsel olanların.

Mesela sözleşmenin doğuş gayelerine bakalım: Kadın ve aile içi şiddeti önlemek ya da sonlandırmak. Daha çok kadına ve kendisini kadın hisseden erkeklere, şiddeti önlemek.

Fakat bu sözleşmenin gayeleri asla uygulamaya yansımamış, aksine sözleşme yokken daha az cinayet olduğu açıklanmıştır. Şiddet katlanarak devam etmekte ve hilkatine uygun hareket etmeyen insan toplumu iyice çığırından çıkmış biçimde ortaya sunulmaktadır.

Resmî verilerin ülkemizdeki kadın cinayetleri hakkında çıkardığı sonuç şudur:

2006'da 663,

 2007'de 1011,

2008'de 806,

..

2011'de 163,

2012'nin ilk 9 ayında ise 128

2017'de 353,

2018'de 279,

2019'da 336

 2020'de ise 266

 

Buradaki her bir sayı, bir can demektir. Bunun farkında olup bu rakamları aklımızdan çıkarmayalım.

İstanbul Sözleşmesi, çözümü aileyi dağıtmakta buldu. Hani, güya yorgan gitti kavga bitti sözüne binaen. İşte bam teli burada koptu. Yukarıdan bir sesti: ‘’Gençlerimiz evlenmiyor, otuz yaşında bekar var!’’

Kadının ya da erkeğin nefs ihtirası yolunda birtakım şiddetlere mağrur kalması hiçbir ‘insan’ tarafından doğru karşılanmaz. Bu, mutlak ve cem’i bir haykırıştır. Fakat dile gelen sözleşmenin böyle bir amacı yok! İşte rakamları sunduk yukarıda. Her zerresi dahi değerli olan insanların cinayet rakamlarının katlanışını gördük.

Batı, kendisinin de sağlayamadığı bu ‘’kadına şiddet’’ şiarına bile isteye bizim güzide şehrimiz İstanbul ve onların kapanmayan yarasının adını koydu ve şunu kast etti: ‘’Biz kadına zaten değer veren bir toplumuz, en çok ihtiyacı olanın en değerli şehrinin adını koyalım bari!’’

Soruyorum, bu cümleye katılıyor musunuz?

Haydi onu da geçelim.Aslî manada tartışmaktan beri olalım ve şunu soralım.Boşanmış ailelerin çocukları? Ne olacak o çocuklara? Ya da onlar için de bir rapor sunabilirim.Bakın dostlar! Bu sözleşme, bir kara lekeydi. Yıllarca merhamet şiarını tüm dünyaya öğretmeye çalışan dedelerimize, ‘’bak senin torunlarına neler imzalatıyorum bak, kalk da şu hengamede kurtar torunlarını!’’ deyip, pis pis gülüşleriydi.

Türkiye Büyük Millet Meclisi, kadın erkek fırsat eşitliği adlı bir komisyona sahip. Bu komisyonun başkanvekili, AKP milletvekili Hülya Nergis. Bir röportajında konumuzla alakalı şunu dile getiriyor:

 ‘’Toplumsal cinsiyet eşitliğinden rahatsız olanlar niye kızlarını okutuyor veya iş hayatına girmesi için çaba harcıyor?’’

---İşte maarif meselesi, yine yeniden karşımızda! ---

Seçtikleri pilot okullar vardı kendi projelerini dayatacakları. ‘’TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ’’ konulu kitapçıklar dağıttılar.ETCEP. Araştırın lütfen.Daha sonra da neden uygulamaya geçilemediğini araştırınız.Ya da onu dile getirmemizin mahzuru yoktur: Öz Anadolu insanının tepkileriyle net ve mutlak fikirce karşılaştılar!

Anadolu’da uygulayamadıkları bu toplumsal cinsiyet nutuklarını, Anadolu insanına cahil diyerek kaldırıp, üniversitelere götürdüler.

Üniversitelerin bazılarında kız-erkek karışık tuvaletler olduğu malumunuzdur. Kendisini ‘’entelektüel’’ sayan bu zihinleri ne ile doldurduklarının cevabı da siz değerli kâri de bulunmaktadır.

Üniversitelerimiz de artık ‘’aydın’’ olduğuna göre sıra geldi belediyelere. CHP’li bir belediye başkanı, büyük bir ilde belediye başkanı oldu. Koltuğa oturur oturmaz hemen, hızla ‘’Toplumsal Cinsiyet Komisyonu’’  kurulmasını oylama açtı. Az önce fikrini aldığımız Hülya Hanım’ın partisi ve MHP, bunu anında reddetti. Neden reddetti peki?

Hülya Hanım’ın sorusundan devam edelim ve konuyu kapatalım:

Kadının çalışması, toplumsal cinsiyet eşitliğinin ona verdiği bir hizmet mi?

 

 

Kıyas gücünüzü doğru yapınız.Erkek ile kadın arasında geçen ulvî merhamet ve hudutsuz müsamaha tabirlerinin kıyasını doğru yapınız.

Bir meselemiz daha var.  6284 kanunu. ‘’yahu kardeşim, içinde zehir var diye kavanozun ne suçu var!’’ dedikleri, İstanbul Sözleşmesi’ni içinde barındıran bir kanundu.Kağıt üstünde kaldırıldı İst. Sözleşmesi.Peki 6284 kaldırıldı mı, kaldırılır mı? Muallak.

Bir görüşü daha dile getirmek fikrindeyim:

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bir gecede İstanbul Sözleşmesi’ni kaldırması, bazı insanlarca şu fikri ortaya çıkardı: ‘’Ee, tecavüzvülere hainlere kansızlara idamı da böyle getirse ya!’’

 

Cümlelerimin sonuna gelirken Servet Turgut’un cümlelerini yinelemek istiyorum:

‘’Millî köklerimizle uyumlu kanunlar hazırlanmalı, hatta yalnız İstanbul Sözleşmesi değil, İsmet İnönü’ye 1950’da imzalatılan ve milli eğitimi adeta ABD mandasına sokan FULBRİGHT Anlaşması, Turgut Özal’a 1985’te imzalatılan ve İstanbul Sözleşmesi’nin temeli mesabesindeki Birleşmiş Milletler CEDAW Sözleşmesi ve onlarla bağlantılı olarak yapılmış bütün kanunlar da, milli irfan eleğinden geçirilmeli ve bu topluma, ruh köklerimize tam mutabık kanunlar yapılmalıdır.’’

 

 

 

 

 

Yorum Gönder

0 Yorumlar