" Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi:
kadın, güzel koku ve namaz.’’ (Hadis-i Şerif)
En
yüksek bedeli elli kuruş dahi etmeyen sakıza, on lira değil, yüz lira vermek
fikrine girerseniz; yalnızca akıllı topluluklar tarafından değil, size o yüz
lirayı kazandıranlar tarafından da ayıplanır, hakir düşersiniz. İşte asıl
mesele tam da burada cereyan etmekte. Kabul görülen kültürel miras kimin özüne
ya da geçmişine aittir?
Malumunuz,
mana olmadan edilen fikrî mülahazalar, karanlıkta yapılan dövüş minvalince
kimin kime saldırdığı belli olmadan saçma ve ucube olmakta, hem tarafına hem de
muhalefetine zarar vermektedir.
Bu
yüzden bu sorunun cevabını verebilmenin ruh cihetinde, pek tabii rahatlık
unsurundan çok, bir dava şuurunca karşılanması şarttır.
İstanbul Sözleşmesi, aile yapımızı çökertmeye
odaklı kültürel işgal belgesi idi. Bu cümleyi, Anadolu vicdanıyla, doğduğumuz
büyüdüğümüz ve ekmeğini yediğimiz ruhun ayaklarına takılan, prangalarını
kırarak, bağırarak söylüyoruz. Pranga kelimesini sık sık duyunca milletimiz,
kaçışsız bir yükümlülükle bir mecburiyete sığınırmışçasına ‘’TOPLUMSAL CİNSİYET
EŞİTLİĞİ’’ ilkesine sığınıyor görünüyordu. Kaldırıldı.
Öğrendiğimiz
şudur: ‘’Toplumsal Cinsiyet’’ , Aristo devrine kadar uzanan ve çıkış fikri
insan neslini ya teke düşürmeyi ya da üçe çıkarmaya odaklı olan şeytanî proje.
Peki bizim, özellikle de ‘bizim milletimizin’ kültürel bağlarında, böyle bir
mevhum var mıdır?
İnsan,
yaratılış gereği iki cinstir. Erkek ve kadın! İslam’da cinsiyet üzerinden taraf
tutmanın batıl olduğu da hepimizin malumudur. Erkekçi ya da kadıncı olmak
neyse, üçüncü bir cinsiyet uyduruşları da aynı kaynaktandır.
Bizim
bu sözleşmeye ‘’RESTLEŞME’’ diyişimiz de tam buradandır. Erkek ile kadını birleştireceği
yerde uzaklaştıran; böylece de iki kaçış kaynağını bir arada tutmaya çalışan
bir restleşme. E, tabii bu iki şelaleden akan şiddetli su nerede duracak? Tabii
ki onların kucaklarında… Kimlerin? Her beş kişilik ailesinden bir kişi,
muhakkak eşcinsel olanların.
Mesela
sözleşmenin doğuş gayelerine bakalım: Kadın ve aile içi şiddeti önlemek ya da
sonlandırmak. Daha çok kadına ve kendisini kadın hisseden erkeklere, şiddeti
önlemek.
Fakat
bu sözleşmenin gayeleri asla uygulamaya yansımamış, aksine sözleşme yokken daha
az cinayet olduğu açıklanmıştır. Şiddet katlanarak devam etmekte ve hilkatine
uygun hareket etmeyen insan toplumu iyice çığırından çıkmış biçimde ortaya
sunulmaktadır.
Resmî
verilerin ülkemizdeki kadın cinayetleri hakkında çıkardığı sonuç şudur:
2006'da 663,
2007'de
1011,
2008'de 806,
..
2011'de 163,
2012'nin ilk 9 ayında ise 128
2017'de 353,
2018'de 279,
2019'da 336
2020'de ise 266
Buradaki
her bir sayı, bir can demektir. Bunun farkında olup bu rakamları aklımızdan
çıkarmayalım.
İstanbul
Sözleşmesi, çözümü aileyi dağıtmakta buldu. Hani, güya yorgan gitti kavga bitti
sözüne binaen. İşte bam teli burada koptu. Yukarıdan bir sesti: ‘’Gençlerimiz
evlenmiyor, otuz yaşında bekar var!’’
…
Kadının
ya da erkeğin nefs ihtirası yolunda birtakım şiddetlere mağrur kalması hiçbir
‘insan’ tarafından doğru karşılanmaz. Bu, mutlak ve cem’i bir haykırıştır.
Fakat dile gelen sözleşmenin böyle bir amacı yok! İşte rakamları sunduk
yukarıda. Her zerresi dahi değerli olan insanların cinayet rakamlarının
katlanışını gördük.
Batı,
kendisinin de sağlayamadığı bu ‘’kadına şiddet’’ şiarına bile isteye bizim
güzide şehrimiz İstanbul ve onların kapanmayan yarasının adını koydu ve şunu
kast etti: ‘’Biz kadına zaten değer veren bir toplumuz, en çok ihtiyacı olanın
en değerli şehrinin adını koyalım bari!’’
Soruyorum,
bu cümleye katılıyor musunuz?
…
Haydi
onu da geçelim.Aslî manada tartışmaktan beri olalım ve şunu soralım.Boşanmış
ailelerin çocukları? Ne olacak o çocuklara? Ya da onlar için de bir rapor
sunabilirim.Bakın dostlar! Bu sözleşme, bir kara lekeydi. Yıllarca merhamet
şiarını tüm dünyaya öğretmeye çalışan dedelerimize, ‘’bak senin torunlarına
neler imzalatıyorum bak, kalk da şu hengamede kurtar torunlarını!’’ deyip, pis
pis gülüşleriydi.
…
Türkiye
Büyük Millet Meclisi, kadın erkek fırsat eşitliği adlı bir komisyona sahip. Bu
komisyonun başkanvekili, AKP milletvekili Hülya Nergis. Bir röportajında
konumuzla alakalı şunu dile getiriyor:
‘’Toplumsal cinsiyet eşitliğinden rahatsız
olanlar niye kızlarını okutuyor veya iş hayatına girmesi için çaba harcıyor?’’
---İşte
maarif meselesi, yine yeniden karşımızda! ---
Seçtikleri
pilot okullar vardı kendi projelerini dayatacakları. ‘’TOPLUMSAL CİNSİYET
EŞİTLİĞİ’’ konulu kitapçıklar dağıttılar.ETCEP. Araştırın lütfen.Daha sonra da
neden uygulamaya geçilemediğini araştırınız.Ya da onu dile getirmemizin mahzuru
yoktur: Öz Anadolu insanının tepkileriyle net ve mutlak fikirce karşılaştılar!
Anadolu’da
uygulayamadıkları bu toplumsal cinsiyet nutuklarını, Anadolu insanına cahil
diyerek kaldırıp, üniversitelere götürdüler.
Üniversitelerin
bazılarında kız-erkek karışık tuvaletler olduğu malumunuzdur. Kendisini
‘’entelektüel’’ sayan bu zihinleri ne ile doldurduklarının cevabı da siz
değerli kâri de bulunmaktadır.
Üniversitelerimiz
de artık ‘’aydın’’ olduğuna göre sıra geldi belediyelere. CHP’li bir belediye
başkanı, büyük bir ilde belediye başkanı oldu. Koltuğa oturur oturmaz hemen,
hızla ‘’Toplumsal Cinsiyet Komisyonu’’
kurulmasını oylama açtı. Az önce fikrini aldığımız Hülya Hanım’ın
partisi ve MHP, bunu anında reddetti. Neden reddetti peki?
Hülya
Hanım’ın sorusundan devam edelim ve konuyu kapatalım:
Kadının
çalışması, toplumsal cinsiyet eşitliğinin ona verdiği bir hizmet mi?
…
Kıyas
gücünüzü doğru yapınız.Erkek ile kadın arasında geçen ulvî merhamet ve hudutsuz
müsamaha tabirlerinin kıyasını doğru yapınız.
…
Bir
meselemiz daha var. 6284 kanunu. ‘’yahu
kardeşim, içinde zehir var diye kavanozun ne suçu var!’’ dedikleri, İstanbul
Sözleşmesi’ni içinde barındıran bir kanundu.Kağıt üstünde kaldırıldı İst.
Sözleşmesi.Peki 6284 kaldırıldı mı, kaldırılır mı? Muallak.
…
Bir
görüşü daha dile getirmek fikrindeyim:
Cumhurbaşkanı
Recep Tayyip Erdoğan’ın bir gecede İstanbul Sözleşmesi’ni kaldırması, bazı
insanlarca şu fikri ortaya çıkardı: ‘’Ee, tecavüzvülere hainlere kansızlara
idamı da böyle getirse ya!’’
Cümlelerimin
sonuna gelirken Servet Turgut’un cümlelerini yinelemek istiyorum:
‘’Millî köklerimizle uyumlu
kanunlar hazırlanmalı, hatta yalnız İstanbul Sözleşmesi değil, İsmet İnönü’ye
1950’da imzalatılan ve milli eğitimi adeta ABD mandasına sokan FULBRİGHT
Anlaşması, Turgut Özal’a 1985’te imzalatılan ve İstanbul Sözleşmesi’nin temeli
mesabesindeki Birleşmiş Milletler CEDAW Sözleşmesi ve onlarla bağlantılı olarak
yapılmış bütün kanunlar da, milli irfan eleğinden geçirilmeli ve bu topluma,
ruh köklerimize tam mutabık kanunlar yapılmalıdır.’’
0 Yorumlar