Güzel
bir resim çizebilmek için iyi bir gözlemci olmak gerekir.Bazı konularda
yalnızca görmek de yetmeyebilir.Hissetmek, dokunmak; onunla bir olmak da o
sanatın kalitesini ortaya koyar.Çerçevelerin arasına sıkıştırılmış bir dünyadır
resim.Ona ruh katarsanız da çerçeve yetmeyebilir o büyük hudut için…
İnsan, toplum, çevre hatta evren güzel boyalar
ardına saklanmış büyük bir başyapıt.Herkes doğumdan ölüme kadar olan
çerçevesine büyük desenler, boyalar, süslendirmeler yapıyor.Tek gaye ise
‘’Benim çerçevem daha güzel olsun.’’Unutulan o büyük dokunuşlar ise ruh ve
maneviyat…
Ruh, insana bahşedilmiş en büyük nimettir. Ruhunu
kaybedenin fikri de düşüncesi de olamaz.Aslında bir ölüden farkı da
yoktur.Yalnızca bedenen yaşayan; fikirsiz ve düşünmekten yoksun olan zaten
ölmüştür.Yalnızca gömülmeyi bekliyordur.
Maneviyat ise; geçmişten bugüne kadar gelmiş ve
bizden sonra da hatta kıyamete kadar gidecek olan temel duyuların üstadı ve en
yüksek mertebede bizleri bekleyen duyudur.O inançtır.Tarihtir,
tecrübedir.Kısacası o her şeydir.Hayata dokundurulan estetik bir hazdır..
Şimdi bakış açımızın bu çok renkli dünyasına tıpkı
unutulan iki büyük dokunuş gibi iki renk daha ekleyeceğiz: Siyah ve beyaz…
Afrika’da, Kudüs’te ya da zulüm altında olan bir
şehirde yaşadığınızı düşünün. Toplumların bu çok şaşalı ve gösterişli
hayatlarından dışlanarak, kurduğunuz hayalleri yerine getirmeye çalışmak değil
de, yaşamak; sadece yaşamak istediğiniz bir ortam. Çocuklarınızın bulutlara
bakarak geleceğini inşa ettiği bir ortamdan; barutlar altında kaldığınızı, her
yeni günde bir ölüm haberi daha aldığınızı düşünün. En kötüsü de bu haberlere
alışmanız! Neredeyse delirecek konumda olursunuz. Ve sadece bununla da
bitmiyor, çevresel faktörlerin sırf renginizden dolayı ilk dışlayacağı toplum olurdunuz.
Hayatınızı süsleyecek tek şey, bugün de ölmemeniz olurdu, değil mi? En acısı da
kendinizin seçmediği, öyle yaratıldığınız; renginiz ve ırkınız...
Bizlerin o koca ve renkli ama boş çerçevelerinin
yanında o siyah-beyaz tablolar ne kadar değerli geldi bizlere değil mi?
Baktığınızda aynı amaç uğruna yaşıyoruz. Sadece farklı topraklardayız. Yüzlerimiz
ve renklerimiz farklı. Ama onların mı gayesi daha gerçek yoksa bizim mi,
tartışılır. İşte ruh ve maneviyat dediğimiz iki renk bunlardır.O toplumların,
acılara rağmen hiçbir zaman tevekkülden vazgeçmemeleridir.Her doğan güneşte bir
umut aramalarıdır.Ölümden korkmamalarıdır.Bizler gibi, bu dünyada nimetler
içinde yüzmediler hiç onlar.Bunlara rağmen, bizden daha çok
şükrediyorlar.Bunlara rağmen, hâlâ ölmedikleri için mutlular.Hatırlayın yağmur
yağdığında ıslanmaktan bile çekindiğinizi.Kıyaslayın, onca mermiden nasıl
çekineceksiniz? Oysa onlar yağmur yağdığında hep sevinirler. Gözyaşlarını
gizleyecek tek şey odur çünkü, bilirler. Umudunuzun yağmur yağması olduğu bir
dünya, bu dünyada yaşamak zorunda kalsanız çerçeveniz hangi renklere sahip
olurdu? Ben söyleyeyim siyah ve beyazın
dışında kırmızı; kan renginin kırmızısı..!
Ruh ve maneviyat dediğimiz bu iki renk, tüm dünyayı
düşünmektir. Zulme sessiz kalmamaktır. Kişinin zengin olduğu gün, fakir
olsaydım nasıl olurdu? Diye düşünmesidir. Ve fakire yardım etmesidir. Felsefî
bakış açısıyla, empati duygusunu hiç elden düşürmemesidir. Özellikle biz, Türk
insanları, bugün bize nimet veren, yarın alamaz mı? Kime bu heyecanımız, bu
ölümsüzce yaptıklarımız?
Hayatımızın en güzel resmini çizmek istiyorsak, her
renkten, bütün toplumlardan bir renk almalıyız.Ve asla hissetmek ve dokunmak
eyleminden vazgeçmemeliyiz.Her duyguya ve düşünceye dokunmalıyız.Çünkü biz de o
duygu haline her an girebiliriz.Çünkü yarın ne olacağını hiç kimse bilemez..
Bir savaşın içindeyiz. Dünyayı düşünenler ve
düşünmeyenler olarak. Ya da şöyle mi desek; zalimin yanındakiler ve mazlumun
yanındakiler?
Zalim olarak adlandıracağımız toplumlar belli başlı
toplumlardır. Ama mazlumun sesini duyabilen çok azdır.Hatta Türkiye ve Türkler
olarak yalnızız diyebiliriz. Unutmayalım ‘’Yeryüzünde ve gökyüzünde, bizi
korkutacak tek güç Allah’tır. O da bizimledir.’’(Şamil Basayev)
0 Yorumlar