Liyakat Nedir? - Murat Şah VURAL

Liyakat Nedir?

 



Bir hakikat üzere konuşmaya çalışmak.. Hem de kabuk tutmuş bir yaranın kabuğunu kaldırmaya, sonra tuz basmaya kalkışmak.. ‘’Dokunmayın benim derdim bana yeter!’’ felsefesindeki ümidi kırılmış milyonlar adına doğruyu dile getirebilmek, en basit tasviriyle yukarıdaki kabuk tutan yaradır. O kabuk da iyileştiğinden ya da iyileşeceğinden değil ha, kabullenmeye çalışıldığından tutmuştur zaten!

Güzel bir soru var elimizde; ehil olmadığın bir koltuğa oturduğunda, rahat edebilir misin?

Bilmiyorum ama bilmediğin bir işin başına geçtiğinde üç şeyden biri zarar görecek: Ya sen, ya da uğruna canını vereceğini söylediğin devletin ve onunla yaşayan aziz milletin.

Bugünlerde diplomanın hakikati sorgulanır oldu. Yani kişi diploma sahibiyse liyakat sahibidir gibi aptalca fikirlere girişilir oldu maalesef. Hayır! Liyakat sadece diploma demek değil. Liyakat, bir işin hakkını verecek bilgiye, ahlâka, sorumluluğa sahip olmaktır. Emaneti ehline vermektir. Ve bu, Allah'ın emridir! “Şüphesiz Allah size, emanetleri ehline vermenizi emreder…” (Nisâ 58). Bakın ayetle sabittir!

Bugün yaşadığımız pek çok sorunun altında liyakatsizlik yatıyor, biliyorsunuz. Eğitim sisteminde, kamu yönetiminde, özel sektörde, hatta sivil toplumda bile hak eden değil, yakın olan, tanıdık olan, sadakat gösteren öne çıkıyor. Ne yazık ki biz sadakati, ehliyetin önüne koyduk. Sonuç ortada: İşler yolunda gitmiyor!

Liyakat aslında bir vicdan meselesidir. Sadece bir yöneticinin doğru kişiyi seçmesi değil, bir toplumun da adalet duygusunu korumasıdır. Çünkü liyakatin olmadığı yerde insanlar umudunu yitirir. İnsanlar “ne yaparsam yapayım zaten bir yerlere gelemem” diye düşünür. Bu düşünce toplumun damarlarına yayılır ve en sonunda çürüme başlar.

Liyakat sadece başarı değil, aynı zamanda huzur getirir. Çünkü insanlar bilir ki emekleri boşa gitmeyecek, hak eden hak ettiğini alacak. Bu yüzden liyakat sadece bir sistem meselesi değil, aynı zamanda ahlakî bir duruştur.

Şimdi kendimize soralım: Biz hangi ilişkiler üzerine bir ülke inşa ediyoruz? Tanıdık mı, ideoloji mi, aidiyet mi? Yoksa bilgi, yetenek, adalet mi?

Adı söylendiğinde gururlandığımız, yaptıklarıyla göğsümüzü kabartan medeniyetimiz olan Osmanlı İmparatorluğu, Fatih(Hz.)’in devrinde neden büyüdü? Devşirme sistemiyle bile olsa, hangi beyin daha güçlü, kim neyi daha iyi yapıyorsa ona görev verildi. Biliyorsunuz ki Mimar Sinan bir askerdi, ama taşla konuşuyordu. Liyakati vardı. Sokullu Mehmet Paşa bir devşirmeydi ama ilm-i siyasetiyle cihanın yönünü tayin ediyordu.

Yönümüzü gelişmeye ve sözde muasır medeniyete döndüğümüz Tanzimat'tan sonra ise rüzgâr değişti. Koltuklar sadakate değil, tanıdıklığa göre verilmeye başlandı.

Günümüze yakın bir tarihe bakalım, 1980’lerde Turgut Özal, teknokratlarla çalışmak istedi. Çünkü biliyordu ki ülke, bilgiyle(Teknokrat kimdir? Günümüzde kalmış mıdır? Sorularını lütfen kendimize soralım.)  kalkınır. Ama politik çark yine döndü, ehliyet bir kenara bırakıldı, sadakat(!) öne geçti. Ve sonra biz, bozuk terazide doğru tartı aramaya başladık!
Bugün liyakatli bir doktor, milyonların duasına taliptir. Liyakatsiz bir öğretmen, bir nesli heba eder, etmektedir! Liyakatsiz bir amir, adaleti kör eder. Ve sonra sistem kendi kendini yer, bitirir.

Unutmayalım ki, torpille gelen torpille gider. Ama liyakatle gelen iz bırakır. Bir iş ehline verilmediğinde kıyamet yakındır dememiş miydi Peygamber Efendimiz (sav)?

Öyleyse bu ülkenin kurtuluş reçetelerinden birisi sizce de şu değil midir? : Liyakate dön, ehliyetli olana yetki ver. Çünkü hak edenin hakkını aldığı yerde, hak da ayakta kalır, halk da.


Kalın Sağlıcakla!

Yorum Gönder

0 Yorumlar