Bir
hakikat üzere konuşmaya çalışmak.. Hem de kabuk tutmuş bir yaranın kabuğunu kaldırmaya,
sonra tuz basmaya kalkışmak.. ‘’Dokunmayın benim derdim bana yeter!’’
felsefesindeki ümidi kırılmış milyonlar adına doğruyu dile getirebilmek, en
basit tasviriyle yukarıdaki kabuk tutan yaradır. O kabuk da iyileştiğinden ya
da iyileşeceğinden değil ha, kabullenmeye çalışıldığından tutmuştur zaten!
Güzel
bir soru var elimizde; ehil olmadığın bir koltuğa oturduğunda, rahat edebilir
misin?
Bilmiyorum
ama bilmediğin bir işin başına geçtiğinde üç şeyden biri zarar görecek: Ya sen,
ya da uğruna canını vereceğini söylediğin devletin ve onunla yaşayan aziz
milletin.
Bugünlerde diplomanın hakikati sorgulanır oldu. Yani kişi diploma sahibiyse
liyakat sahibidir gibi aptalca fikirlere girişilir oldu maalesef. Hayır! Liyakat
sadece diploma demek değil. Liyakat, bir işin hakkını verecek bilgiye, ahlâka,
sorumluluğa sahip olmaktır. Emaneti ehline vermektir. Ve bu, Allah'ın emridir!
“Şüphesiz Allah size, emanetleri ehline vermenizi emreder…” (Nisâ 58). Bakın
ayetle sabittir!
Bugün
yaşadığımız pek çok sorunun altında liyakatsizlik
yatıyor, biliyorsunuz. Eğitim sisteminde, kamu yönetiminde, özel sektörde,
hatta sivil toplumda bile hak eden değil, yakın olan, tanıdık olan, sadakat
gösteren öne çıkıyor. Ne yazık ki biz sadakati, ehliyetin önüne koyduk. Sonuç
ortada: İşler yolunda gitmiyor!
Liyakat
aslında bir vicdan meselesidir. Sadece bir yöneticinin doğru kişiyi seçmesi
değil, bir toplumun da adalet duygusunu korumasıdır. Çünkü liyakatin olmadığı
yerde insanlar umudunu yitirir. İnsanlar “ne yaparsam yapayım zaten bir yerlere
gelemem” diye düşünür. Bu düşünce toplumun damarlarına yayılır ve en sonunda
çürüme başlar.
Liyakat sadece başarı değil, aynı zamanda huzur getirir.
Çünkü insanlar bilir ki emekleri boşa gitmeyecek, hak eden hak ettiğini alacak.
Bu yüzden liyakat sadece bir sistem meselesi değil, aynı zamanda ahlakî bir
duruştur.
Şimdi kendimize soralım: Biz hangi ilişkiler üzerine bir
ülke inşa ediyoruz? Tanıdık mı, ideoloji mi, aidiyet mi? Yoksa bilgi, yetenek,
adalet mi?
Adı söylendiğinde gururlandığımız, yaptıklarıyla göğsümüzü kabartan
medeniyetimiz olan Osmanlı İmparatorluğu, Fatih(Hz.)’in devrinde neden büyüdü?
Devşirme sistemiyle bile olsa, hangi beyin daha güçlü, kim neyi daha iyi
yapıyorsa ona görev verildi. Biliyorsunuz ki Mimar Sinan bir askerdi, ama taşla
konuşuyordu. Liyakati vardı. Sokullu Mehmet Paşa bir devşirmeydi ama ilm-i
siyasetiyle cihanın yönünü tayin ediyordu.
Yönümüzü gelişmeye ve sözde muasır medeniyete döndüğümüz Tanzimat'tan
sonra ise rüzgâr değişti. Koltuklar sadakate değil, tanıdıklığa göre verilmeye
başlandı.
Günümüze yakın bir tarihe bakalım, 1980’lerde Turgut Özal, teknokratlarla
çalışmak istedi. Çünkü biliyordu ki ülke, bilgiyle(Teknokrat kimdir? Günümüzde
kalmış mıdır? Sorularını lütfen kendimize soralım.) kalkınır. Ama politik çark yine döndü, ehliyet
bir kenara bırakıldı, sadakat(!) öne geçti. Ve sonra biz, bozuk terazide doğru
tartı aramaya başladık!
Bugün liyakatli bir doktor, milyonların duasına taliptir. Liyakatsiz bir
öğretmen, bir nesli heba eder, etmektedir! Liyakatsiz bir amir, adaleti kör
eder. Ve sonra sistem kendi kendini yer, bitirir.
Unutmayalım ki, torpille gelen torpille gider. Ama liyakatle gelen iz bırakır.
Bir iş ehline verilmediğinde kıyamet yakındır dememiş miydi Peygamber Efendimiz
(sav)?
Öyleyse bu ülkenin kurtuluş reçetelerinden birisi sizce de şu değil midir? :
Liyakate dön, ehliyetli olana yetki ver. Çünkü hak edenin hakkını aldığı yerde,
hak da ayakta kalır, halk da.
0 Yorumlar