Bazen bir
yüz görürsün… Tanıdık gibi gelir ama dikkatli bakınca, altında bin türlü
yorgunluk saklıdır. Ben de bu çağın yüzüne uzun uzun baktım. Hatta sadece
yüzünü değil… Alnındaki manasız teri, göz kenarındaki tembel çizgiyi, omzundaki
heybesiz kamburu gördüm. Ve dile getirmekten berî olmadığım bir gerçeği gördüm.
Bu çağ, büyük ilerlemelerin(!) gölgesinde, insanlığın küçülüşünü gizliyor.
Eskiden
şehirler uzaktan minareleriyle selam verirdi. Göğe meyleden, içe çağıran
yapılar vardı… Şimdi ise göğe kafa tutan binalar var. Ama içinde insan yok. Haydi var diyelim, içinde huzur yok. Beton arttıkça, merhamet azaldı. Yüksek yapılarla yarışırken,
insan kalbi boşaldı. Belki de o yüzden birbirimizin yüzüne bakamaz olduk. Çünkü
kendi yüzümüze bile tahammül edemez olduk! Üstadım Necip Fazıl’ın "maskeli
balo" dediği yer tam da burası değil midir?: Kendin olmaktan utanıp,
başkasının yüzünü takmak…
Ben bu çağın
yüzüne bakınca sadece ne olduğunu değil, neyi unuttuğunu da görüyorum. İsmet
Özel diyor ya: “Kendini tanımayan, başkasına kendini anlatamaz.” Bu çağ kendini
bilmiyor. Ve tanımadıkça da, herkes kendi köşesine çekiliyor. Toplum bir beden
olmaktan çıktı, dağılmış hücrelere döndü. Ortak bilinç gitti, ortak acı hissi
bile kalmadı.
Ama bazı
acılar, hâlâ içimizde yankılanıyor. İçimiz kan ağlarken bile dünya sağır! Bak
mesela Filistin... Çocukların üstüne düşen bombalar artık haber değil, rutin!
Ve Doğu Türkistan... Sessizliğe hapsedilmiş bir çığlık gibi orada duruyor.
Bir çağ, bu kadar kör, bu kadar sağır olabilir mi? Bir çağ, bu kadar susarak
nasıl bu kadar çok cana kıyabilir? Yüzünü gördüm bu çağın; Filistin’in
enkazlarında, Doğu Türkistan’ın suskunluğunda gördüm.
Böyle bir
zamanda değişen en büyük şey, elbetteki dil oldu. Konuşmak, yerini kopyalamaya
bıraktı. Tweet atıyoruz, reels paylaşıyoruz ama söylediklerimiz bize ait değil!
Düşünmüyoruz, sadece tekrarlıyoruz. Üstad Sezai Karakoç'un dediği gibi: “Dil,
milletin hafızasıdır.”
Ve bizim hafızamız yavaş yavaş azar azar silindi. Dile sahip çıkamayınca, ruha da sahip çıkamaz olduk. Kendimize ait olmayan kelimelerle yaşıyoruz. Ve bu kelimeler, bizi anlatamıyor artık!
Peki ne
yapmalı? Geri dönmek mi? Hayır. Mesele geçmişe kaçmak değil, geçmişle
yüzleşmek. Mesele nostalji değil, kök. Kendimizi bulmak için zamanın ruhuna
karşı bir duruş sergilemek gerek. Kalbin ritmine dönmek gerek. Çünkü insanın
bir iç zamanı vardır. Ekranların dayattığı zaman değil bu… Sessizliğin,
düşünmenin, dua etmenin zamanı…
Üstad, Gençliğe
Hitabesi’nde diyor ya: “Zaman bendedir ve mekân bana emanettir!” diye, tam tersine biz zamanı elimizden
bıraktık, ekranlara teslim ettik. Ve bu zaman, artık bize ait değil.
Şimdi ben bu
çağın yüzüne baktım. Filistinli bir çocuğun gözünde, Doğu Türkistanlı bir
annenin duasında... Ve baktıkça ARANANI aradım. Belki bulamadım. Ama bu bir
kayıp değil. Bu, bir uyanışın başlangıcı.
Bir çağ
kendini kaybettiğinde, başka bir çağ doğar. Belki biz de, o doğumun
sancısındayız. Ve şimdi susmak zamanı değildir. Bu sessizliğin orta yerinde, bir söz
söylemek lazımdır.
Bir iz bırakmak…
Ve sonunda şu cümleyi kurmak:
“Yüzünü gördüğüm çağ, artık seninle yüzleşme vaktidir.”
0 Yorumlar