SON DERS: FİLİSTİN! - Murat Şah VURAL

SON DERS: FİLİSTİN!

 









’Diri diri gömülen kız çocuğunun, hangi günahtan ötürü öldürüldüğü sorulduğu zaman..’’ (Tekvir Suresi/8)

Rabbimizin kıyamet sahnelerini ve birebir yüzleşmelerin gerçekleşeceği hesap gününü anlattığı Tekvir suresinde geçen bu ayet, Filistin meselemizin ana karakteri olmalı! Kelamıyla sözlerime başlamak istiyorum.

‘Diri diri gömülen kız çocuğu…’ ve her birimize sorulacak olan o soru: ‘’Hangi günahından ötürü öldürüldü?’’ Ve biz, Müslümanlar olarak, nasıl yanıt vereceğimizi düşündük mü?  Çünkü yine Tekvir suresinin devam eden ayetleri şu şekilde: ‘’ … Herkes önceden hazırlayıp getirdiği şeyleri görecektir!’’

Mutlak bir problemimiz var. ‘kutsal’ adını verdiğimiz değerlerimizi unuttuk. (Kutsal, yalnızca ayet ve hadislerdir.) Ne diyorduk biz bu yüce kavramlara? ‘Karşılık beklemeden her şeyimizi feda edebileceğimiz’ kavramlardı bunlar. Vatandı, bayraktı, İslam’dı, ana-babaydı, camiiydi, Kabe’ydi, Mekke- Medine’ydi, KUDÜS’tü!

Bilmediğimiz bir kutsalı nasıl karşılık beklemeden savunacağız ki? Tanıyor muyuz bu bölgeyi ve ne olduğunu? Bu insanlar neden can veriyor, neden hala savunmaya devam ediyorlar, o kadar şehit varken? Kendimizi en son ne zaman bu minvalde bir tartıya koyduk ki? Yoksa biz Müslümanların kardeş olduklarını mı unuttuk?  Kendi kardeşimiz gibi düşünelim bugün. Birtakım yaşadıklarına bakalım.

Biliyorsunuz ki, biz Osmanlı Devleti’nin varisleriyiz. Bu ne demek? 1920’li yılların evvelinde yaşadıklarımızın da bizzat muhatabı biziz. Mesela bugün tarih filmlerine konu olan ve efsaneleşen birçok olayın Osmanlı ordusunda yeri zerre bile değildi. Onların (efsane dediklerinin) yıllarca savaştığı yerleri Osmanlı 24 saatte temizler geri dönerdi.

1917’de 1. Gazze ve 2. Gazze muharebelerindeki galibiyetlerimiz konuşulmadı. 3. Gazze muharebesindeki kaybettiğimizin nedeni, niçini hala daha tartışmaya açılmadı. Bugünü etkileyen bu muharebe neden hala hiç kimsenin umurunda değil? Filistin’in aslında bizim toprağımız olduğunu bilmiyor muyuz yoksa? İzzeddin el-Kassam’ dan da haberdar değiliz o zaman biz? Bugün şu meselelerin üzerindeki tozu gelin birlikte kaldıralım…

Önce toprak satma meselesi..

1871’de Filistin’in yüzde sekseni mirî (devlet arazisi) araziydi. O tarihlerde birkaç bin Osmanlı vatandaşı yahudi yaşamaktaydı. 1881’de yahudiler Rusya’da zulme uğradı ve Baron Rothschild gibi dünyaca ünlü yahudi asıllı zenginlerin finanse etmesiyle, kitleler halinde Filistin’e bir yahudi göçü organize edilmek istendi.

Bunun üzerine Sultan 2.Abdulhamid Han, Nisan 1882’de Filistin’e yahudi iskanını yasakladı. Ve Filistin’deki toprakları hazine-i hassa (şahsî hazinesi) hesabına satın almaya başladı. Rothschild'ler yılmadı, mülteci Rus yahudileri için izin beklenmeksizin aynı sene ilk yahudi kolonisini Yafa'da kurdurdu. 1918'e gelindiğinde Filistin'deki verimli arazinin 20'de 1'i Rothschild ailesinindi.

1891'de Rusya, yahudiler üzerindeki baskıyı arttırdı. Mülteciler Avrupalı cemiyetler tarafından gayrı resmi ve gayri meşru yollarla Filistin'e yerleştirilmeye başlandı. Mahalli memurlara rüşvet, sahte pasaport, nüfus tezkeresi ve tapu tanzim edilmesi vs. alıp başını gitti.

Misal, 1881'de Fransa Tunus'u işgal etmişti. Ama Tunuslular Osmanlı vatandaşı sayılıyordu. yahudiler sahte vesikalarla Tunuslu gibi Osmanlı ülkesine girip, Osmanlı vatandaşı statüsüyle Filistin'e yerleşiyordu. 1900 senesinde Osmanlı Devleti tarafından Mukaddes Topraklara giriş için Duhuliye Şartları getirildi. Buna göre, Filistin'i ziyaret edecek her yahudi, üzerinde mesleği, milliyeti ve ziyaret sebebi yazılı bir tezkere veya pasaport taşıyacaktı. Ziyaretler de 30 günle sınırlıydı.

Bu arada siyonist hareketin lideri (Budapeşteli) Theodor Herzl, kendisiyle görüşmeyi reddeden Sultan Abdülhamid'e Polonyalı arkadaşı Phillip Newlinsky vasıtasıyla Mayıs 1901'de bir teklif götürdü. Filistin'in yahudi göçüne açılması ve burada muhtar bir yahudi anayurdu kurulması mukabilinde, Osmanlı borçları ödenecek ve Avrupa amme efkârında padişah lehinde propaganda yapılacaktı. Padişah, bu teklifi reddetti. Ertesi sene bu teklifini tekrarladı ama Padişah yine reddetti.




Abdülhamid Han, Şâzeli şeyhi Ebu'ş-Şámát Mahmud Efendi'ye yazdığı 1913 tarihli bir mektupta, tahtını kaybetmesinin esas sebebi olarak bu talepleri kabul etmemesini göstermektedir.

 

İktidarı ele geçiren İttihatçıların ilk işi, Filistin'de, yahudi göçünü engellemek için Sultan Abdülhamid tarafından hazineye kaydettirilen hazine-i hassa topraklarını devletleştirmek oldu. Sonra da kendilerini bu darbede destekleyen siyonistleri memnun etmek için Filistin'e Yahudi göçünü serbest bıraktılar. Bunu fırsat bilen yahudiler 1908-1914 arasında 50 bin dönüm arazi satın alıp 10 koloni kurdular. 1913'te de hazine-i hassa arazilerinin büyük bölümünü de Rothschild ailesi satın aldı.

İttihatçılar daha sonra hadisenin vahametini anlayıp Filistin'de yabancılara toprak satışını yasakladılarsa da, artık ipin ucu kaçmıştı. Ortada kuralları denetleyebilecek bir devlet otoritesi de yoktu..

Siyonistler 1917 yılında İngiliz Hariciye Vekili Arthur Balfour ile anlaştı. Yahudi sermayesine tamah eden İngiltere, Balfour Deklarasyonu ile yahudilere Filistin'de yurt vadetti. Suriye cephesi çökünce, Filistin İngilizlerce işgal edildi. Bu süreçte işgalci yahudi yerleşimciler Osmanlı ordusuna karşı İngilizlere gönüllü olarak istihbarat sağladılar. Harita üzerinde Osmanlı ordusuna ait önemli noktaları işaretleyip İngilizlere teslim ettiler. Bu ihanet, savaşın seyrini önemli ölçüde etkiledi.

Araplar, ekonomik cihetten zor vaziyete düşürülerek topraklarını satmaya mecbur edildi. Mesela hasat zamanı limana yanaşan buğday yüklü gemiler, buğday fiyatının düşmesine sebep oluyor, bu hâdise ertesi sene de tekrarlanınca, evvelce toprağını ipotek ettirmiş olan köylü, bu sefer toprağını satmak mecburiyetinde kalıyordu.  

Osmanlılar zamanında fazla vergi vermemek için halk, arazisini kendi adına tescil ettirmez veya yüzölçümünü düşük gösterirdi. İşte bu topraklar da satın alma yoluyla yahudilerin eline geçti. Bu arada yahudi terör örgütleri Filistinlilerin topraklarından göç etmelerine yol açtı.

1918'de Osmanlı hakimiyeti yıkıldığı sırada Filistin topraklarının sadece yüzde 1,5'u Yahudilerin elindeydi. Bunun yüzde 93'ü de Lübnanlı toprak sahiplerinden alınmıştı. Çünkü Lübnan ile Filistin iki ayrı devlet olarak ayrılmıştı ve Lübnan'da yaşayan aileler topraklarını satmaya mecbur kalmışlardı. Bu devirde siyonist tehdidin Arap halkı tarafından bilinmesi veya ciddiye alınması beklenmezdi.

1918'de başlayan İngiliz himaye rejimi zamanında, yahudiler Filistin arazisinin yüzde 4,5'unu daha satın aldılar. Bunların bir kısmı, İngilizlerin el koydukları miri araziden, yani devlet topraklarından yahudilere satılmış veya bedelsiz verilmiştir.

1935'te Arap âlimleri, Yahudilere toprak satmanın caiz olmadığına ve Yahudilere toprak satan veya satılmasına vasıta olanların Müslüman mezarlığına gömülmeyeceğine dair fetvaları halka ilan ettiler. Her yerde halkı toplayarak buna dair söz aldılar. Ayrıca vakıflar, bazı köylerdeki arazileri, satılmasına máni olmak maksadıyla satın aldı. Filistinli iktisatçı Ahmed Hilmi Paşa'nın idare ettiği bir fon, bu satın almaları finanse ediyordu. (Izzettin el Kassam’a rahmetle ) Bugün bile Mahmut Abbas'ın yönetimindeki Batı Şeria’da Yahudilere toprak satmanın cezası idamdır.

Biraz meseleye girmiş olduk, az önce bahsettiğim İzzeddin el Kassam kimdi ve neden önemliydi? Biraz da bu tarafa bakalım…

 

 

İzzeddin el Kassam…

 

Suriye’de Lazkiye’nin güneydoğusunda bir liman şehri olan Cebele’de doğdu. Babası bir medresede müderris ve şeriat mahkemesinde üye idi; aynı zamanda Kādirî tarikatının o bölgedeki mürşidi olarak tanınıyordu. İzzeddin on dört yaşında iken kardeşi Fahreddin ile birlikte Kahire’ye Ezher’e gitti ve 1909’a kadar süren eğitimi sırasında Muhammed Abduh ve Muhammed b. Abdülmâlik el-Alemî gibi hocalardan faydalandı; M. Reşîd Rızâ, İzzeddin Alemüddin et-Tenûhî, Züheyr eş-Şâvîş ve Ali et-Tantâvî gibi şahsiyetlerle dostluk kurdu. Cebele’ye döndükten sonra babasının medresesine müderris oldu; aynı zamanda Mansûrî ve İbrâhim b. Edhem camilerinde vâizlik görevi üstlendi.

İtalyanlar Libya’ya saldırınca (1911) önce bazı nümayişler düzenleyen ve bir de marş yazan Kassâm aynı zamanda halkı silâhlı mücadeleye davet etti. Osmanlı ordusuna gönüllü asker ve gönüllülerin geride kalan aileleri için para toplamaya başladı. Sayıları 250’yi bulan gönüllülerle birlikte Trablusgarp’a gitmek için bir ay bekledikten sonra Balkan Savaşı’nın çıkması ve İtalyanlarla bir anlaşmaya varılması üzerine cepheye gidemeden geri döndü. I. Dünya Savaşı başladığında doğrudan Osmanlı ordusu saflarında çarpışmak üzere müracaat etti.

Bunun üzerine askerî eğitimden geçirildikten sonra cephede garnizon imamı olarak görevlendirildi. Ortadoğu’nun Osmanlı Devleti’nden ayrılması meselesi ortaya çıkınca Cebele’ye döndü ve bir halk ordusu oluşturdu. Savaşın ardından Fransızlar Suriye’ye yerleştiğinde Ömer el-Baytâr ile birlikte direniş hareketine başladı. Fransızlar tarafından idam talebiyle aranmaya başlanınca Filistin’e geçerek Hayfa’ya yerleşti (1921).

Hayfa’da ders vermeye başlayan Kassâm bir yandan da İstiklâl Camii’nde imam-hatiplik yaptı. Hasan el-Bennâ’nın öncülüğünde Muhibbüddin el-Hatîb tarafından kurulan Müslüman Gençler Derneği’ne (Cem‘iyyetü’ş-şübbâni’l-müslimîn) üye oldu ve bir süre sonra da başkanlığına seçildi. Bu vesileyle köyleri dolaşmaya başladı, İngiliz işgaline ve siyonist harekete bölge halkını bilinçlendirmeye yönelik çalışmalar yaptı. Yahudilere arazi satılmasına şiddetle karşı çıkarak bunun önlenmesini istedi. Çevresinde toplanan ve “Meşâyih” (kendisinin ölümünden sonra Kassâmiyyûn) denilen taraftarlarının örgütlenmelerini sağladı. 1930’dan itibaren resmî nikâh memuru olarak görevlendirildi.

Kassâm siyonizmin İngiliz manda idaresi tarafından desteklendiği kanaatiyle esas mücadelenin İngilizlere karşı yürütülmesi gerektiğine inanıyordu. Dolayısıyla genel bir mücadele için hazırlıklarını tamamladıktan sonra İngiltere’nin Filistin’de siyonist bir yahudi devletinin kurulmasını kabul ettiğini ilân eden Balfour Deklarasyonu’nun yıldönümünde hareketi başlattı (2 Kasım 1935). Fakat ilerleyen günlerde İngilizler teşkilâtın gizli karargâhını bastılar ve Nablus-Cenîn arasındaki Ya‘büd mevkiindeki çatışma neticesinde İzzeddin el-Kassâm şehit oldu (20 Kasım 1935). Cenazesi Hayfa’ya götürülerek ertesi gün defnedildi. Bu çatışma İngilizlerte karşı yürütülen silâhlı mücadelenin başlangıcı olmuş, daha sonra 19 Nisan 1936 günü patlak veren ve ilk irtifada sayılan Filistin ayaklanmasında Kassamcılar önemli rol oynamışlardır.

İzzeddin el-Kassâm’ın hareketi askerî tarafı ağır basan bir hareket olması yönüyle, İngiliz idaresine karşı cihad fikrinde birleştiği diğer hareketlerden, özellikle de Mısır’da Hasan el-Bennâ tarafından kurulan İhvân-ı Müslimîn’den ayrılır. Nitekim Filistinli bazı gruplar 1980’lerin sonlarında askerî kanatlarına İzzeddin el-Kassâm adını vermişlerdir.

 

  Kaynak: TDV İslam ansiklopedisi

 

Ve Hamas…



 

 

Müslüman kardeşlerim! Hamas, ilk kez duyanlar için belki de medya yansıtmasıyla bir örgüttür. Ama birlikte biraz bakalım ki bu Hamas kim?

Çok meşhur olmuş ‘’Müslüman Kardeşler!’’ Vardı ya Mısır’da? İşte, onun Filistin kolu bu kardeşlerimiz. Eğer Müslümansak, kardeşiz! Değil mi?

Peki nasıl girdiler?

Elcevap: İş makineleriyle!

 Sonra da tankları ele geçirerek kitlelerini büyüttüler.

-E demir kubbe vardı?

Ben de aynı soruyu sordum ilk duyduğumda, sonra öğrendim ki yirmi dakikada beş bin füze atılmış demir kubbeye! Ne muazzam haber.

 Bakın, -eyvallah- Hamas'ın yaptığı ilkesel olarak yerinde ve dahiyane ama usul ve şekil açısından yanlış olabilir. Bir bağlam üzerinde değerlendirirsek, birkaç fotoğrafta doğru olmayan şeyler de görüyoruz maalesef.

 Senelerdir toprakları ellerinden zorla alınan ve topraklarını onlardan alan İsrailli sivillerin her nevi uzi ve bomba taşıma, istediği adamın evine girme hakkı varken travma noktasına getirilmiş bir toplumun fertlerinden savaş kurallarına göre oynamasını bekleyemezsin!

Filistin’de bir Filistinliysen köpek ol daha iyi.

Evine çöker; arsanı alır, çocuğunu sebepsiz tutuklar. Evine yerleşen bir Fas Yahudi yerleşimci asla sivil değildir.

İsrail halkı 57 yaşına dek askerlikle yükümlü olduğu için bir kere kanunen sivil olamaz, yerleşimcilerse hiç değildir ama o yerleşenlere cesaret veren politikacılar ve onların sürekli gazladığı halk, bu yaptığının en çok kendisine zarar vereceğini anlayıp bir toplumu tefrika altına alıp kolonize etmenin ne olduğunu ancak böyle anlayabilirdi.

 Güzel bir örnek var bakın elimizde. Nedir o ?

Dresden şehrinde Almanlar başlarına İngiliz bombaları yiyip sabaha yanmış bir şehirde uyandığında ‘’biz ne yaptık?’’ demişlerdi. Berlin'e giren Ruslar alman kadınlarını tecavüze tabi tuttuğunda da ‘’biz ne ettik kendimize?’’  demişlerdi. Almanların mahvolmuş hâlde terk ettikleri ve Ruslara bıraktıkları Königsberg şehri, Nazilere en büyük desteği veren tulum oy oranları ile biliniyordu!

Geçelim…

Filistin'de 1967 sınırlarının sürekli işgal edilmesine karşı ses çıkaran insaflı Yahudiler bile İsrail'de hapis yatıyorlar. Katliam, suç, terör sadece silahla olmaz. Terörü devlet eliyle yapan, katilleri seçen o teröre ortaktır. İsrail'in başına da gelenler bundan farklı değildir.

 

Bizim için üzülesi ama doğru olan husus şu ki: Tel Aviv, Hayfa, Eilat gibi dedelerinin paralarıyla satın alıp yerleştikleri topraklarda barışçıl halde yaşayabilirlerdi ama onlar Batı Şeria'yı işgal ettiler. Doymayan toprak hırsı, bitmeyen baskı ve üstünlük hevesi toplumların sonunu getirir. Bir coğrafyada kuvvet zoruyla ayakta kalamazsınız. Biliyorsunuz ki kalsa Sovyetler gibi bir devlet kalırdı.

 Şunu kabul edelim, artık zamanın ruhu değişti. 1950'ler ve 60'lardaki ‘vur ensesine al lokmasını’ insan tipi yok artık. Sosyalist hayaller bitti! Duygu yönetim şekilleri değişti…

 ABD'den uydu görüntüleri alıp düşmanlarını beleşe vuran "yenilmez İsrail ordusu" da yok! Uydu artık parayı verenin hizmetinde…

Her gün duyuyoruz işte, Çin de yapıyor, Kuzey Kore de yapıyor, İran da yapıyor. Artık savaşların paradigması değişti. Teknolojiye erişim arttı, bilginin güç olduğu fark edildi. Birine vurup malını, toprağını aldığında sana cevap vermiyorsa cevap hakkını saklı tutuyor demektir.

 1948'den beridir verilmemiş binlerce cevap var. İsrail halkı sivil ölmesini istemiyor ama sürekli toprak kazanmak istiyor. 1948'de kurulalı beri büyüdü. Yetmedi, 1967'de büyüdü, beğenmedi, suyumuz yetersiz dedi, Suriye'den sulak Golan tepelerini aldı. Yetmedi Batı Şeria'nın taşlık arazilerinde hayatta kalmaya çalışan Filistin köylüsünün arazilerini işgal etti, olimpik yüzme havuzlu son derece lüks yerleşim merkezleri inşa edip oradan buradan gelen insanlara verdi.

 Bunların hiçbiri sivil bir toplumun ve seçtiği sivil bir hükümetin yapacağı barışçıl işler değil. İşte bunları yapıp sonra  da ağlarken de masumuz diyorlar.

 Siyonizm ve masumiyet aynı bedende bulunamaz!

Siyonistler, o 1945 Berlin halkı gibi ‘biz nerede hata yaptık’ diye düşünmeye şimdiden başlasın.

 

 


 

Dünya değişti kardeşlerim! Ayrıca sürekli Osmanlı torunlarına ‘hain Filistinli’ ezberini söyleyenlere de şunu söylemeliyim: Hainin çocuğu kahraman olabilir, kahramanın çocuğu da hain. İsrail'le el sıkışan ve topraklarını satan dedeleri ( sizce öyle ya! ) gibi yapmıyorlar. Dün de direnişteydiler bugün de direniyorlar!!!

Direnişin savaş kuralları yoktur. Adına terörist denilen ve meşruiyet dairesi dışında bırakılıp şehirleri gasp edilmiş bu insanlardan merhametli bir savaş ahlakı da beklemeyin. Onlara merhamet öğretilmedi. 4 nesildir kan içip zıkkım yediler. Aşağılandı, ezildiler. Dedelerinin cezasını hiçbir millet onlar kadar ödemedi. Yaptıkları şey de elbet meşrudur!

 

Son Olarak..

 

Aksa Tufanı, tüm dünyanın gözüne şunu soktu: Gazze bir yerleşim yeri veyahut da basit bir toprak parçası değildir. Bir direniş, bir diriliş muştusunun anahtarıdır. Ki öyle de oldu! Müslümanlar biraz unutkandı, unuttuklarını bu direnişle akıllara tekrar kazıdılar. Allah razı olsun…

Müslüman liderler(!) toplandıklarında ne konuşuyorlar bilinmez, fakat şunu biliyoruz ki, o Kassam tugayları, öyle bir ruh koydu ki ortaya, Gazze düşse bile o RUH hiçbir zaman düşmez(Allah’ın izniyle).

Hiç duyulmadığı kadar cihad, şehadet, cenk, direniş, diriliş kelamları edilmeye başlandı. Bunu gören *etenyahu, bir açıklama yaptı: ‘’ Arap liderlerine söylüyorum: Eğer iktidarınızı ve çıkarınızı korumak istiyorsanız, yapabileceğiniz tek şey var. O da sesinizi kesmek!’’

Dünyanın hali bu, Müslümanların hali bu!

Bugün bize kalan görevse; çok araştırmak, çok okumak ve harekete geçmektir! Unutmayalım ki sahabe devri bitmedi, Gazze’de devam ediyor…

Zaferin ne zaman geleceğine değil, hak ile batılın arasında nerede durduğumuza iyice bakmalı! Bilal yürekli olup zulme karşı ‘ehad!’ diyebilmeli! Yevmül Furkan olan Gazze’den ayrılmamalıyız!

Biz seferden sorumluyuz, zafer Allah’tandır!                            

    

 

 

Yorum Gönder

0 Yorumlar